Yayman (Turkey): Özal Açılımı Neden Başarılı Olamadı?

Hüseyin YAYMAN, Academic and member of the Wise People Commission, Turkey

Hüseyin YAYMAN

Yüzyıllık Sorundan Türk-Kürt İttifakına: Sürecin Anatomisi

Hüseyin Yayman (Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi)

Araplarla İsrail arasındaki çatışmanın yüzde yetmişi psikolojiktir...

Enver Sedat, 1979

Giriş

Kürt sorunu, Türkiye'nin yüzyıllık problemlerinden biridir. Kökleri, İmparatorluk dönemine kadar uzanan bu sorun, siyasi, iktisadi, etnik ve psikolojik yönleri olan karmaşık bir sorun alanıdır. Hangi açıdan ele alınırsa alınsın, sürdürülmesi ve yönetilmesi zor bir mesele haline gelmiştir. Türkiye’nin evrensel ölçekte bir düzen kurması ve büyük devlet olma iddialarını devam ettirebilmesi için bu meseleyi çözmesine bağlıdır.

Kürt sorununun geri planında iktisadi, sosyolojik, siyasi ve psikolojik birçok neden olmakla birlikte, temelde Cumhuriyet’in homojen ulus yaratma çabası olduğu açıktır. Cumhuriyet’in ‘etno-seküler’ bir ideolojik formasyona evrilmesi, bir yandan birlik ve beraberliği sağlama potansiyeli taşıyan moral değerleri zayıflatırken diğer yandan karşı milliyetçiliği tetiklemiştir. Bu süreçte, ‘tek tip’ ulus yaratma projesi, karşılaştığı sorunları güvenlikçi bir bakış açısıyla ele almakta ısrar etmiş ve bugünkü noktaya varılmıştır[1].

Fakat sorunun esas kaynağı ‘‘güvenlikçi siyasettir’’. Bu siyaset, bir yönüyle, İmparatorluğun ‘devlet bilgisini’ yok sayan, tarihsel ve toplumsal gerçeklikten kopuk yaklaşımıyla, çözümü güvenlik tedbirlerin çoğaltılmasında görmüştür. Tam da bundan dolayı devlet, sorunu çözmek için kalıcı tedbirler almak yerine, sorunla yüzleşmeyi sürekli erteleyerek, geçici önlemler almayı tercih etmiştir. Sorunun güvenlik bürokrasisine havale edilmesi, etkileri bugün de devam eden bir gelenek oluşturmuştur.

Sorunu dillendiren aktörlerin dönüşümü de dikkate değer bir başka konudur. Sekülerleşmenin toplumsal ilişkilerde, zihinsel bir dönüşüme yol açmadığı dönemlerde Kürt meselesinin sözcülüğünü geleneksel aktörler üstlenmişlerdir. Bu süreç en kaba haliyle 1960’lara kadar devam etmiştir. Sonraki dönemlerde, sorunun öne çıkan özneleri, ağırlıklı olarak ‘etno-seküler’ denilebilecek bir siyasi perspektifle siyaset yapmaya başlamıştır.

Bu tarihler aynı zamanda Kürt meselesinin içerik ve aktörleri itibarıyla değişmeye başladığı dönemdir. Bu anlamıyla 1960’lar Kürt meselesinde milat olmuştur. Bir yandan 27 Mayıs darbesinin Kürtlerle ilgili aşırı sert ve ‘aşağılayıcı’ tavrı, diğer yandan bölgede yaşanan değişim ve dönüşüm, Kürt meselesinin daha ‘ulusalcı’ bir nitelik kazanmasına yol açmıştır. Bu dönüşüm Kürdistan İşçi Partisi’nin (Partiya Karkeran Kurdistan, PKK) ortaya çıkmasıyla hızlanmış ve mevcut sol-etnik-seküler söyleme, bağımsızlık düşüncesinin eklenmesiyle ayrılıkçı bir karaktere bürünmüştür.

1980’lere gelindiğinde karakollara yapılan baskınlar toplumda infial duygusunu yaratmıştır. Sonuçları üzerinden bir okuma yapıldığında güvenlikçi politikalar PKK’nın kitleselleşmesini ve sorunun derinleşmesini hızlandırmıştır. 1990’lardan itibaren PKK sorunu, paradoksal bir biçimde sivil siyaset üzerinde doğrudan sonuçları olan ve zaman zaman siyaset ve yönetim krizlerine yol açan bir sorun alanına dönüşmüştür. Özellikle asayişçi bakışı temsil eden unsurlar, sürekli olarak PKK sorunu üzerinden sivil siyasetteki güçlerini ve etkilerini devam ettirmişlerdir.

Sivil siyasetin bir türlü devreye girememesi ve güvenlikçi paradigmanın alanı ele geçirmesi, sorunu daha da büyütmüştür. Sorun büyüdükçe, meselenin kendisiyle siyaset üzerinden muhatap olmak ve çözmek yerine, demokrasi-güvenlik tahterevallisinde hassas bir çizgiye oturtulan mesele, zaman içinde ülkenin kendisiyle imtihanına dönüşmüştür.

Tarihsel Arkaplan: 1993’ten 2013’e Müzakere Takvimi

Devletin, örgütle çeşitli düzeylerde görüşmeleri olduğu herkesin bildiği bir sırdır. Bununla beraber bilinen ilk resmi temas 1993’te Cumhurbaşkanı Turgut Özal’la başlamıştır. Otuz beş yıllık pratikte süreç ‘çatışma-müzakere’ sarmalı içinde devam etmiştir. Çatışma dönemlerini müzakere/görüşme arayışları izlerken, görüşmelerin sonuçsuz kalması şiddete davetiye çıkarmıştır.

Son yirmi yılda on defa müzakere/görüşme denemesi oldu. Bu müzakere/görüşmeler sonucunda kalıcı barış sağlanamasa da ciddi bir tecrübe oluştu. Bütün bu tarih içinde en ciddi ve en çok umut vaat eden süreç ise İmralı Çözüm Süreci oldu. Bu anlamda çok sayıda görüşme/müzakere oldu[2]. 1993’le başlayan tarih içinde sırasıyla şu görüşmeler yaşandı.

  1. 1993 Turgut Özal İnisiyatifi
  2. Mart 1995 Hikmet Çetin Diyalogu
  3. Haziran 1996 Necmettin Erbakan Tecrübesi
  4. 15 Şubat 1999 Atilla Uğur İnisiyatifi
  5. Temmuz 1999 Çevik Bir Denemesi
  6. 3 Kasim 2002 AK Partinin İktidara Gelişi ve Yeni Arayişlar
  7. 2005-2009 Emre Taner İnisiyatifi
  8. Mart 2009 Demokratik Açılım
  9. Nisan 2010 Oslo Süreci
  10. Ocak 2013 Çözüm Süreci

Özal’ın başlattığı diplomasi 1993 Nevruz’u öncesi sonuç verdi. Abdullah Öcalan düzenlediği basın toplantısı ile tek taraflı ‘ateşkes’ ilan etti[3]. ‘Özal, Atatürk gibiyse, Demirel’de İnönü gibidir.’ diyen[4] Abdullah Öcalan, Özal’ın devletin gerçek işleyişini çözdüğünü ve bu meseleye farklı baktığını ifade etmektedir. PKK’nın ateşkes ilanına devlet, operasyonlara yönelmeyerek cevap verdi. 1992’nin ‘kanlı Nevruz’undan sonra görece daha sakin bir döneme girildi. Öcalan 17 Mart 1993 günü Lübnan’ın Bar Elias kasabasında düzenlediği basın toplantısında şunları söyledi[5]:

20 Mart’tan, 15 Nisan’a kadar tek yanlı ateşkes ilan ediyoruz. Bizi imhaya yönelik bir saldırı olmadığı sürece ateş açmayacağız. Ateşkes ilanı, uluslaraarası topluluğun yanısıra Türk ve Kürt kamuoyunun barışa fırsat verilmesi yönündeki çağrılarına yanıt niteliğindedir. Bu savaşa son verip masaya oturalım. Türk yetkililerin durumu gözden geçirmeye ihityaçları olduğuna inanıyoruz. Bunu mümkün kılabilmek için böyle bir ateşkes sürecinin gerektiğini düşünüyoruz. Bu süreç görüşmelere imkan sağlayacak.

PKK’yı meşru bir siyasal partiye dönüştürmek istiyoruz. Güneydoğuda silahsız olarak dönüp siyaset yapmak istiyoruz. Kürt kökenlilerin görüşlerini serbestçe ifade etmeleri ve temsilcilerini seçmeleri önünde engel oluşturuyorsam kenara çekilmeye hazırım.

Abdullah Öcalan’ın bu çağrısına Başbakan Süleyman Demirel: ‘Devlet teröristle pazarlık yapmaz’ derken İç İşleri Bakanı İsmet Sezgin: ‘Ne elimizin tersiyle iteriz, ne de kucak açarız’ diyordu. DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit ise ‘Elbette siyasal, sosyal, ekonomik çözüm öncelikle atılacak adımlardır. Ancak Türkiye bunu dışardan zorlamaya muhatap tutulmaksızın kendi girişimiyle yapmalı’ iafedelerini kullanıyordu.

Anavatan Partisi lideri Mesut Yılmaz yaptğı değerlendirmede ‘Bölücü örgüt bazı şartları öne sürüyor. Devlet bu şartları kabul edemez. Hükümet bölücü terörle masaya oturamaz. Zaten hükümetin bölücü örgüt ile pazarlık yapmaya da hakkı yoktur.’ sözlerini sarf ediyordu. İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek ise ilginç bir değerlendirmede bulunuyordu. Perinçek ‘Yetkililerce soruna, PKK’yı bastırma ve Apo’nun taktikerini etkisiz kılma gibi dar bir pencereden bakılıyor. Sorun Kürt sorunun ötesinde Türk sorunudur.’ diyordu.

Varılan mutabakat çerçevesinde üç aşamalı plandan bahsediliyordu. Örgüt üst yönetiminin yurt dışında bir ülkeye gitmesi, suça bulaşmamış kadroların kademeli olarak yurda dönmesi ve genel af ilan edilmesi öngörülüyordu. Turgut Özal, ateşkesin sağlanmasıyla oluşan havanın etkisiyle kendisinden emin hareket ediyordu. Öcalan çağrılara olumlu karşılık vermiş ve süreç beklenenden hızlı ilerlemişti. Abdullah Öcalan, bir ay sonra sözettiği ateşkesi yeniden uzattı. 15 Nisan 1993 günü Beyrut Bristol Otelinde yaptığı basın toplantısında Öcalan, hükümetten olumlu mesajlar aldıklarını belirtirken ateşkesi süresiz uzattığını belirtti. Öcalan yaptığı basın toplantısında şunları dile getirdi[6]:

‘Halk üzerindeki işkence ve baskılar durdurulmalıdır. Faili meçhul cinayetlere son verilmelidir. Eğer operasyonlar sınırsız devam ederse, savunma hakkımızı kullanırız. Dağdaki gerillalar siyasi amaçlı olarak orada bulunmaktadır. Onlar ateşkesi koruyacaklardır. Operasyonlar derhal durdurulmalı, gerilla ve halka yönelik baskılara son verilmeli, genel af çıkartılmalı, kültürel haklarımız verilmelidir. Özgür bir basın yayın, televizyon ve gazete çıkarma özgürlüğü istiyorum. Köylere verilmiş zararlar belli ölçüde ödenmelidir. Köy koruculuğu lağvedilmelidir. Olağanüstü Hal uygulamalrı kaldırılmalıdır.’

Müzakereler 17 Nisan 1993’te Turgut Özal’ın hayatını kaybetmesiyle son buldu. Süreç aktörünü kaybetti. Özal’ın ölümünden bir ay sonra 24 Mayıs 1993’te Bingöl’de tezkerelerini almış 33 askerin hayatını kaybetmesiyle ‘ateşkes’ son buluyordu. Aynı gün Milli Güvenlik Kurulunun toplanıp ‘Genel af konusunu’ gündemine aldığı tarihti. 1993 adı konulmamış darbe yılı oldu. Bu yıl içinde Uğur Mumcu, Eşref Bitlis, Cem Ersever, Mehmet Sincar, Bahtiyar Aydın öldürüldü. Sivas’ta Madımak ve Erzincan’da Başbağlar olayları yaşandı.

Devletin içindeki çok aktörlü yapı müzakerlerin önündeki en büyük engeldi. Çok aktörlü yapı sonuç almayı engelliyordu. Öcalan bu konuyu Bekaa Vadisinde İsmet İmset’e Kasım 1991’de verdiği söyleşide şöyle ifade ediyordu[7]:

‘Özal’ın ikili oynamadığı görülüyor. Fakat bazı güçler, onun adımlarını boşa çıkarmak için bazı oyunlar oynadılar. Özal daha sonra federasyonun tartışılabileceğini söyledi. Bazı çevreler ateş püskürdüler. Bu taşkınlıklar bile devlet içindeki belirli çevrelerin görüş ve eğilimlerini yansıtıyordu. Yaşanan olay ve gelişmelere bağlı olarak şunu söylüyorum. Devlette, politik birlik yoktur. Devlette, ne görüş, ne eylem birliği vardır. Yakın geçmişte bu birliktesizlik daha da artmış olabilir.’

Bunun yanında PKK merkez komitesi Birinci Körfez Savaşından elde ettiği kazanımlarla ‘tarihin kendi yanında’ olduğunu düşünüyordu. Kalıcı barış şartlarının oluşmadığı bir durum vardı. Taraflar kendilerince henüz tüm seçenekleri tüketmemişlerdi. Tüm seçeneklerin tükenmesi için yirmi yıl geçmesi gerekiyordu.

Yirmi yıl sonra asker ‘PKK’yı dağda yense dahi katılımları önleyemediği’ gerçeğini kabul ediyor; PKK ise TSK’yı yenmesinin imkansız olduğunu ve silahla elde edeceği kazanımları siyasal alanda daha hızlı elde edebileceğini düşünüyordu. Tarafların bu pozisyonu bir anlamda satrançtaki ‘pat’ durumuna karşılık geliyordu.

Özal Açılımı Neden Başarılı Olamadı?

Uzun ve kanlı yılları kapsayan bu arayışa bugünden bakıldığında temel sorun alanları daha net görülmektedir. O döndemde henüz devletin henüz bir siyaset belirleyememesi ciddi bir sorun oluşturmaktaydı. Son tahlilde kişiye bağlı, günü kurtarmayı amaçlayan bir perspektif vardı. Ancak askerle-siyaset, askerle-toplum, toplumla-siyaset arasında strateji farklılıkları bulunuyordu.

Türkiye, SSCB’nin dağılmasını ilk zamanlarda doğru okumuştu ancak özellikle 1991 seçimleriyle başlayan siyasal merkezin parçalanması toplumsal polarizasyonu artırdı. Özal’ın başlattığı ‘büyük transformasyonla’ ayrıcalıklarını kaybedeceğini anlayan ‘bürokratik oligarşi’, eski yapıyı tasfiye etmek yerine çareyi ‘Güneydoğuya taşımakta’ buldu. İkinci Dünya Savaşı sonrası NATO ülkelerinde kurulan ‘Gladio’ yapılanması maske değiştirterek Güneydoğuya taşındı. JİTEM yapılanması, Kontra faaliyetlerindeki artış, Hizbullah’ın kurdurulması, faili meçhul cinayetlerin başlaması ilginç biçimde bu dönemde başladı.

PKK’nın merkezi siyaset üzerindeki tahrip gücünü 1984-1991döneminde gören ‘derin yapılar’ kontrolü tamamen devretmemek ve kaybettikleri prestijlerini yeniden kazanmak için tehlikeli bir oyuna girdiler. ‘Politik satranç’ olarak nitelenebilecek bir stratejiyle bu yapılar Kürt meselesinin çözümünü PKK’nın istediği zamanda değil, kendilerinin istediği bir zamanda çözme yaklaşmını benimsediler.

Özal’ın hayatını kaybetmesi yanında ilk açılımın sonuçsuz kalmasının nedenleri şöyledir:

  1. Devletin bir çözüm stratejisinin/siyasetinin olmaması
  2. Devlette görüş ve eylem birliğinin sağlanamaması.
  3. Statükocu yapıların çözüme karşı çıkmaları
  4. Devlette önderlik sorunu yaşanması.
  5. Siyasi irade ve kararlılık eksikliği
  6. Tarafların müzakere tecrübesinin olmaması.
  7. Siyasette parçalanma ve politik istikrarsızlıklar.
  8. Muhataplık/Güven sorunlarının varlığı.
  9. Devletin ve PKK’nın henüz çözüme hazır olmaması.
  10. TSK ve PKK’nın sorunu silahla çözeceğine inanması.
  11. Tarafların koşulların kendi yanında olduğuna inanmaları.
  12. SSCB’nin dağılması ve ABD’nin Irak’ı işgaliyle oluşan bölgesel belirsizlikler.

Bu saptamalar salt Özal dönemi için değil 2013 yılına kadar olan sureç için de geçerlidir. Son tahlilde Özal’ın başlattığı açılım başarıya ulaşmadı. Ancak Kürt meselesine dair ciddi bir birikim, tecrübe ve literatür oluştu. Bir anlamda 93’te Öcalan’la başlayan müzakeler yirmi yıl sonra yeniden başa döndü. Özal’ın tezleri sonuca ulaşamasa da yöntemin doğru olduğu ortaya çıktı.

Barışa giden yol: İmralı Çözüm süreci

Başbakan Erdoğan’ın on bir yıllık iktidarı döneminde çözüm konusunda pekçok düzenleme yapıldı. Pratikte halen bazı sorunlar olsa da devletin resmi Kürt siyaseti değişti. ‘Red-İnkar-Asimilasyon’ politikaları son buldu. Özel okullarda anadil eğitimi, Kürtçe radyo televizyon yayını, Üniversitelerde Kürt Dili Edebiyatı bölümlerinin açılması, Kürt enstitüsünün kurulması kültürel ve kollektif haklar anlamında bu dönemde atılan önemli adımlardı.

Sonuçları üzerinden bakıldığında dahi demokratik reformların şiddetinin durması koşuluna bağlanması tezinin terk edilip reformların yapılması dahi büyük bir zihinsel dönüşüme işaret ediyordu. Başbakan Erdoğan’ın 12 Ağustos 2005 Diyarbakır konuşması pekçok ilki içinde barındırıyordu. Geçmişte siyasi hayatta hataların dönem dönem pekçok toplum kesimine yapılmış olabileceğini ifade eden Başbakan Erdoğan, şunları söyledi:

''İlla her soruna bir ad koymak da gerekmez. Çünkü sorunlar hepimizindir. Ama illa 'Ad koyalım' diyorsanız Kürt sorunu bu milletin bir parçasının değil, hepsinin sorudur. Benim de sorunumdur. Sorunların parça parça adresi olmaz. Bütün sorunlar Türk olsun, Kürt olsun, Çerkez olsun, Abaza olsun, Laz olsun bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ortak sorunudur.

Bu sebeple 'Kürt sorunu ne olacak?' diyenlere diyorum ki bu ülkenin başbakanı olarak o sorun herkesten önce benim sorunumdur. Bu memleketin başka bir meselesini de bana soracak olsalar onlara da şunu derim, o mesele de herkesten önce benim meselemdir. Biz büyük bir devletiz ve millet olarak bu ülkeyi kuranların bize miras bıraktığı temel prensipler ve cumhuriyet ilkesi, Anayasal düzen dahilinde her sorunu daha çok demokrasi daha çok vatandaşlık hukuku daha çok refahla çözeceğiz, bu anlayışla çözüyoruz ve çözeceğiz de...''

Devletin sorunla yüzleşmesi, kendi hafızasıyla hesaplaşması ve atılan en kritik adımlar Tayyip Erdoğan döneminde olmuştur. Bu dönemde genel Türkiye siyasetinde yaşanan değişim sürecine paralel olarak Kürt meselesinde de önemli dönüşümler yaşanmıştır.

2005 Diyarbakır konuşmasıyla başlayan süreç 2009’da Demokratik Açılım adıyla devam etti. Başbakan Erdoğan bu dönemde Dolmabahçe Buluşmaları adı altında sanatçı, yazar, aydın ve işadamlarıyla çok sayıda buluşma gerçekleştirdi. Demokratik açılım sürecinin Habur’da son bulmasıyla şiddet yeniden başladı. 12 Haziran 2011 Seçimlerinden sonra PKK, 14 Temmuz Silvan saldırısıyla PKK ‘Devrimci Halk Savaşını’ başlattı. Bu süreç aynı zamanda Oslo görüşmelerinin başlayıp, devam ettiği dönemdi.

Erdoğan’ın Kürt Siyaseti…

Adalet ve Kalkınma Partisi programında Kürt meselesinin tanımlanması ve çözüm perspektifi ortaya konulmuştur. İlk defa bir ‘sağ’ parti, programında “Doğu ve Güneydoğu” başlığı altında Kürt sorununu ele almış ve resmi tezlerin dışında görüşler öne sürmüştür. Kültürel farklılıkların, bölge halkıyla olan müştereklerin geri plana itilmesini gerektirmeyeceğini ileri süren program, bu farklılıkların Türkiye Cumhuriyeti olma bilincinin, toplumun birlik ve bütünlüğünün harcı olduğu vurgusunu yapmaktadır.

Genel demokratikleşme perspektifi içinde sorunun çözümünü vadeden Erdoğan, sorunun tam kapsamlı çözümü için aynı anda ilerleyen üçlü bir çerçeveyi önermektedir: Kalkınmacı tezler ile ekonomi faktörü, demokratikleşme ve bu iki unsurun tamamlayıcısı olarak güvenlik önlemleri, temel vizyonlardır. Bu anlamıyla AK Parti, çözümü “güvenlik/özgürlük/refah” kavramlarının öne çıktığı bir formülde görmektedir.

Adalet ve Kalkınma Partisi, siyasi bir sorun olarak Kürt meselesinin çözümünde, çözümü asayişçi yaklaşımda ve güvenlik tedbirlerinin artırılmasında görmediğini söyleyip, demokrasinin tek çare olduğunu ifade etmektedir. AK Parti, Kürt meselesini “ne sadece bir iş ve aş meselesi” ne de “salt bir kimlik meselesi” olarak görmektedir. AK Parti bu iki yol arasından üçüncü bir yol açarak yeni bir terkibe gitmektedir. Partinin Kürt meselesine bakışını ortaya koyan temel metinlerden biri olan parti programında sorunun tanımı şu şekilde yapılmaktadır.[8]

“Kimimizin Güneydoğu, kimimizin Kürt, kimimizin terör sorunu dediğimiz olay, maalesef Türkiye’nin bir gerçeğidir. Partimiz, bu sorunun toplum hayatımızda neden olduğu olumsuzlukların bilinciyle, bölge halkının mutluluğunu, refahını, hak ve özgürlüklerini gözeten, Türkiye’nin bütünlüğü ve üniter devlet yapısıyla birlikte bölgeyi tehdit eden terörün önlenmesinde zaaf yaratmayacak bir şekilde; kalıcı, tüm toplumun duyarlılıklarına saygılı, etkili ve sorunları kökünden çözmeye yönelik bir politika izleyecektir.

AK Parti çözüm için bir terkip siyaseti önermektedir. AK Parti, HEP geleneğinin “kimlik” vurgusuna karşı “demokrasi+iş+kimlik” formülünü öne çıkarmaktadır. AK Parti Programı’nda, sorunun sadece ekonomik kalkınma politikaları ile çözülemeyeceği belirtilirken, farklılıkları demokratik hukuk devleti ilkesi çerçevesinde gören yaklaşımların sorununun çözümüne önemli bir katkı sağlayacağı ifade edilmektedir. AK Parti Programı’nda bu husus şu şekilde yer almaktadır.[9]

Bürokratik otoriter devlet anlayışına yaslanan çözümler, sadece asayiş mantığına dayandığı için uzun vadede sorunları daha da derinleştirmektedir. Buna karşılık demokratik devlet anlayışı çerçevesindeki yaklaşımlar, ilk anda endişeyle karşılansa da uzun vadede milletimizin birlik ve bütünlüğünü pekiştiren sonuçlar doğurmaktadır.

Parti programında çözüme dair önemli saptamalar olduğu görülmektedir. Temel yaklaşımın demokratikleşme adımlarının atılması ve ülkenin normalleştirilmesinin olduğu ifade edilmektedir. Kültürel farklılıklar zenginlik olarak kabul edilirken, Türkçenin resmi dil olması koşuluyla diğer dillerde yayın dahil kültürel faaliyetlerin yapılmasına izin verileceği belirtilmektedir.

Erdoğan, HEP geleneğinin “kimlik” siyasetine, “hizmet” siyasetiyle karşılık verdi. Bununla birlikte AK Parti, merkez sağ partilerden farklı olarak kimlik konusunda da önemli düzenlemeler yapmıştır. Hakkı teslim etmek gerekirse Erdoğan, Kürt sorunu karşısında Turgut Özal ve Necmettin Erbakan’dan daha cesur bir siyaset izlerken, Kürtlerin haklarını Erbakan gibi “Adil Düzen”e değil AB sürecine havale etmektedir.[10]

Başbakan Erdoğan, Kürt sorununu ‘üçüncü yol’ olarak kavramsallaştırabileceğimiz yeni bir sentezle çözmek istemektedir. Erdoğan Kürt sorununun ne sadece HEP’in kimlik yaklaşımı, ne de Bülent Ecevit ve güvenlik bürokrasisi tarafından dile getirilen ‘ekonomik iyileştirme, aş/iş’ yaklaşımıyla çözülebileceğini görmüştür. Erdoğan problemin çözümü için bazen “ekonomik paket” bazen de “demokratikleşme paketi” açmak suretiyle, soruna gerçekçi yaklaştığını ortaya koymuştur.

Bütün bu olumlu değerlendirmelerle birlikte zaman zaman Erdoğan’ın yaklaşımında “güvenlikçi perspektifin” ipuçlarını da görmek mümkündür. Bu türden bir ‘ikircikli tavrına’ rağmen son tahlilde Erdoğan’ın çözüm konusunda devletin resmi tezlerini değiştirdiğini ve kuru ‘kardeşlik’ söyleminin ötesine geçip hem iktisadi yatırımları hem de demokratik reformları hayata geçirdiğini teslim etmek gerekmektedir.

Çözüm sürecinin önündeki dört engel…

2013 Çözüm sürecine kadar üç temel sorun bulunmaktaydı. Birincisi muhataplık ya da aktörlük sorunu. Muhataplık meselesinin devlete ve örgüte bakan iki farklı tarafı bulunuyor. Başbakan Erdoğan’ın devlette tekliği sağlaması zaman aldı. Ancak sonunda bunu başardı. Diğer yandan devletin Öcalan’ın muhataplığının kabul etmesi deneme yanılma yöntemi sonunda gerçekleşti.

İkinci sorun alanı birbirini besleyen karşılıklı güven sorunuydu. Devlet/Hükümet, hangi reformları yaparsa yapsın, PKK’nın silah bırakacağına inanmıyordu. PKK/DTP/BDP ise hükümetin amacının barışı sağlamak değil, PKK’yı tasfiye etmek olduğunu düşünüyordu. Öcalan’ın muhataplığının kabülü ve zaman içinde atılan adımlar güzen sorununun da büyük ölçüde aşılmasını sağladı.

Üçüncücüsü ise zamanlama sorunuydu. Devlet/Hükümet, sorunun çözümü için yapılacak düzenlemelerin zamana yayılarak yapılmasını arzuluyordu. Özellikle seçim baskısı hükümetin adım atmasını zorlaştıran bir etki yaratıyordu. PKK/BDP ise reformların daha hızlı ve kapsamlı olmasını istiyordu.

Son tahlilde an itibarıyla çözüm sürecinde ‘muahtaplık ve güven’ sorununun büyük ölçüde aşıldığı görülüyor. Gelinen bu aşamada süreçteki en temel sorun takvim konusunda yaşanıyor. PKK/BDP, hükümetin daha hızlı hareket etmesini ve daha kapsamlı reformlar yapmasını isterken, Başbakan Erdoğan seçimler nedeniyle iktidarını koruyarak süreci devam ettirmek istiyor.

Bu tartışmaların yanında son on yıldaki müzakere/görüşme süreçlerinin sonuca ulaşamamasında tarafların sorunu yirmi yıl önceki dondurulmuş resimler üzerinden anlamaya çalışmaları var. Devlet/hükümet, PKK/BDP’nin taleplerinin yirmi yıl önceki talepler olduğunu sanıp minör adımlar atıp sorunu çözebileceğini varsaydı. Deneme yanılma yöntemiyle bunun doğru olmadığını anladı ve strateji değiştirdi. BDP/PKK ise yirmi yıl önceki devletin pratikleri üzerinden muhataplarını okuyup her türlü diyalog/müzakere çağrısını şüpheyle karşıladı.

Çözüm Sürecinin Stratejisi…

AK Parti Kürt sorunun çözümünde üç farklı strateji izledi. 2005-2009 dönemini kapsayan ‘Kürtsüz, Kürt sorununu çözmek’ olarak adlandırabileceğimiz stratejiydi. Bu dönemi kabaca tarif etmek gerekirse hükümet PKK/DTK/DTP/BDP/Öcalan’ı muhatap almadan reformları yapma yolunu tercih etti. Ana beklenti bu düzenlemelerin normalleşmeyi sağlayacı inancıydı. Tandoğanizm olarak da nitelendirilebilecek bu strateji işlemedi ve şiddet yeniden başladı.

İkinci dönem Demokratik Açılım süreciyle başladı. Bu dönemde hükümet ‘Kürtsüz, Kürt sorununu çözme’ stratejisinden vazgeçti ve ‘legal Kürtlerle’ görüşmelere başladı. PKK ve Öcalan’ı sakıncalı bulup, Demokratik Toplum Partisiyle işbirliği kurmak istedi. Başbakan Erdoğan, DTP Eşbaşkanları Ahmet Türk ve Emine Ayna ile görüşmeler yaptı. DTP ise muhatabın Öcalan olduğunu öne sürdü. Çözüm konusunda pozitif bir hava olmasına rağmen muhataplık sorununun aşılamaması Habur sonrası şiddeti yeniden başlattı. Hükümet, deneme yapılma yöntemiyle de olsa legal Kürtlerle görüşmeleri başlattı ancak yine sonuç alamadı.

2013 Çözüm süreci işte bu tarihsel arka plan üzerine inşaa edildi. Devlet yirmi yıl sonra yeniden Abdullah Öcalan’la görüşme/müzakereleri başlattı. Oslo görüşmelerinde ifade edildiği gibi hükümetin vizyonu ile Öcalan’ın perspektifinin yüzde doksan düzeyinde örtüşmesi sürecin işlemesi bakımından önemli bir katkı sağladı.

Çözüm süreci ‘müzakere/görüşme’ pratiğinde üçüncü faza karşılık geliyor. Demokratik Açılımın birinci fazında ‘reformları yapmak ve muhatap olarak milleti’ esas almak stratejisi benimsenmişti. Bu süreç işlemedi. PKK/BDP reformları ‘yok saydı’ ve şiddet yeniden başladı. Bunun üzerine strateji değişikiliğine gidildi ve Oslo görüşmeleri başladı. İkinci faz diyebileceğimiz bu süreçte özne sorunu Kandil ve Avrupa ile giderilmeye çalışıldı.

Oslo süreci de Silvan saldırısıyla son buldu ve şiddet yeniden başladı. İlk iki fazda yaşanan sorunlar masaya yatırılarak yeni bir strateji belirlendi. Üçüncü faz yani İmralı sürecinde devlet kaygı eşiğini aşarak doğrudan Öcalan’la ‘şartlı görüşmelere’ başladı[11]. Böylece reformlar kadar önemli olan ‘karşılıklı güven ve aktörlük’ sorunu çözüldü.

Çözüm Sürecinin Güçlü Yönleri…

  1. Ordu sorunu silahla çözemeyeceğini; örgüt şiddetle hedefine varamayacağını anladı.
  2. Sorunun yönetimi tamamen sivillere geçti ve asker süreçten kısmen çekildi.
  3. Hükümetin, ordunun, cumhurbaşkanının, emniyetin, MİT’in çözümü istemesi.
  4. 2013’e gelinceye değin maddi ve manevi büyük bedeller ödenmesi.
  5. Tayyip Erdoğan, Fethullah Gülen ve Abdullah Öcalan’ın çözümden yana olması.
  6. Muhataplık ve güven sorununun önemli ölçüde aşılması.
  7. Sorunun tarafı durumunda olan Şehit Ailelerinin ‘onurlu bir çözüme’ destek vermesi.
  8. Muhafazakarlar/Dindarlar ve cemaatler çözümün tarafında yer alması.
  9. Sermaye çevrelerinin ve özellikle esnafın çözüme taraf olması.
  10. Kürt meselesinin sürdürülebilir ve yönetilebilir olmaktan çıkması
  11. Hükümetin çözüm konusunda kararlılığı ve politik irade ortaya koyması
  12. Toplumun aktör haline gelmesi ve bir yıldır bölgeden tabut gelmemesi.
  13. Öcalan ile Hakan Fidan arasında sağlanan ‘güven ve kararlaşma’…
  14. Mesut Barzani’nin demokratik çözümden yana olması…
  15. Kürtlerin önemli bir kısmının çözümün adresini Tayyip Erdoğan olarak görmeleri.
  16. Bölgede son beş yılda artan kamu yatırımlarının fark edilir hale gelmesi.
  17. Kürt nüfusun yüzde altmışının Türkiye’nin Batısında yaşaması
  18. Dört milyon akraba evliliği ve iç içe geçmiş bir demografinin varlığı
  19. Türklerle Kürtler arasında ezeli bir ‘tarihdaşlık/kaderdaşlık/duygudaşlık’ olması.

Çözüm Sürecinin Zayıf Yönleri

  1. Kurumlararası koordinasyon eksikliğinin devam ediyor olması
  2. Sürecin şeffaf yönetilmemesi ve toplumla paylaşılmaması.
  3. CHP’nin sürece eklemlenmemesi, MHP’nin bilgilendirilmemesi sorunu
  4. Otuz yıl sonra kısmen sağlanan ‘Güven’i besleyecek yeterli adımların atılmaması.
  5. Öcalan’la devlet heyeti arasındaki güvenin, BDP ile AK Parti arasında kurulamaması..
  6. İki yılda üç seçim baskısının hükümeti ve örgütü ‘bekle-gör’ politikasına itmesi.
  7. Otuz yıllık mücadelenin yarattığı kötü bellek ve medyanın olumsuz dili
  8. Bazı aktörlerin çözümün değil, çözümsüzlüğün dilini konuşması
  9. Toplumsal algının doğru yönetilememesi ve beklentinin yüksek tutulması
  10. Sürecin başta toplum olmak üzere parti tabanına anlatılamaması
  11. Kalıcı barış dönemine dair çalışmaların yetersiz olması
  12. Hükümetin ve PKK’nın çözümünün farklı olması: AK Parti sorunu zamana yayarak, parekende çözümü savunurken; PKK toptan ve radikal çözüm talep ediyor.
  13. Hükümetin reform takvimi ile BDP’nin takviminin farklılaşması.
  14. Kürt Sorunun devletin yarattığı bir problem olmaktan çıkıp toplumun taraf haline gelmesi
  15. Bölgenin kalıcı barış için hazırlanmaması, bölgeye dair sosyal projelerin olmaması.
  16. Yaşanabilecek bir provakasyonun yaratacağı kırılma…
  17. Bölgede görev yapan mülki amirlerin siyasetin ve sürecin gerisinde kalmaları.
  18. BDP’nin PKK etkisinden çıkıp, sahici bir rol üstlenememesi.
  19. Ortadoğuda yaşanan gelişmeler nedeniyle PKK’nın silah bırakmaya pek istekli olmaması.
  20. PKK’nın Suriye’de ‘devletçik’ kurma şansı yakalaması ve konjonktürün kendi yanında olduğuna inanması.
  21. İran’ın defalarca ‘ne kadar silah, para istiyorsanız verelim, yeterki savaşın’ yaklaşımı…
  22. Devletin ve PKK/BDP’nin müzakere pratiğinin zayıf olması

Toplum Sürece Nasıl Bakıyor?

Çözüm süreci başından itibaren hükümet tarafından yapılan aylık anketlerle yakından izleniyor. Henüz sürecin başında yapılan anketlerde süreci destekleyenlerin oranın yüzde altmış düzeyinde olduğu dile getiriliyordu. Gezi Parkı olayları sırasında çözüm süreci ikinci plana düşse de gündemdeki yerini korudu. Son dönemde sürece destekte major bir artış ya da azalış bulunmuyor.

Halkın sürece dair pek az bilgisi olmasına rağmen bu destek oldukça anlamlıdır. Bu süreçte gözden kaçan iki temel olgu bulunmaktadır. Birincisi çözümü artık toplum talep ediyor. Halk, ‘kan dursun ve analar ağlamasın’ istiyor. İkincisi ise devlette paradigma değişti.

ANAR’ın verilerine göre 2010 Anayasa referandumundaki haritaya benzeyen bir siyasi tablo ortaya çıkıyor. Görüldüğü kadarıyla Akil İnsanlar heyetinin sahaya inip ‘endişeli insaları’ dinlemesi, terapi etkisi yapıp, toplumsal öfkeyi yumuşatma işlevi gördü. 2014 Baharına kadar tabutlar gelmezse toplumsal iklim tamamen değişecek ve süreç daha da hızlanacak. Sürecin siyasete dair asıl sonuçları ise yerel seçimlerde görülecek.

Anketlerle, 2010 referandumunda çıkan sonuçlar karşılaştırıldığında ilginç bir tablo çıkıyor.

Bölgeler

2010 Referandumunda

Evet oyu verenler (%)

Sürece Destek

verenler (%)

Marmara Bölgesi

53.1

58.5

Ege Bölgesi

43.8

43.5

Akdeniz Bölgesi

48.7

48.7

İç Anadolu

63.8

59.1

Karadeniz

64.4

42.8

Doğu Anadolu

81.2

76.9

G.Doğu Anadolu

83.9

80.5

Akdeniz Bölgesinde Öne Çıkan Kaygılar…

Akil İnsanlar Heyeti olarak Akdeniz Bölgesinde yaptığımız ziyaretlerde farklı görüşlere sahip insanları dinledik. Her kesimden ve her fikirden STK temsilcisi ve kanaat önderini dinlemeye çalıştık. Sokaktaki vatandaşın nabzını tutup, düşüncelerini kaydettik. Akdeniz Bölgesinde ‘ümit ve korku’ iç içe geçmiş durumda. ‘Ülke bölünüyor’ propagandası AK Parti tabanında dahi karşılık bulmuş durumda. Bir yanda ‘bölünme algısının’ yarattığı kaygı ve endişe diğer yanda ise umudun yarattığı iyimserlik var.

Toplum, süreci destekliyor ancak endişeleri var ve bunların doğru okunması gerekiyor. Toplumsal dip dalgada ilan edilmemiş kaygılar ve ihtiyatlı bir bekleyiş var. Sessiz çoğunluk sürecin kalıcı barışa evrilmesi durumunda sesini çıkarmayacaktır. Olumsuz senaryoda ise toplumsal çatışma riski yükselecektir. Çözüm sürecinin en hassas noktasını muhalefet partilerinin tutumu oluşturuyor. Kalıcı çözüm için bu meselenin mecliste partilerüstü bir mesele olarak ele alınması gerekiyor. Aksi takdirde siyasal kutuplaşma ortamında gelecekte yeni sorunlara zemin hazırlanacaktır.

Akdeniz Bölgesinde öne çıkan endişelerini şöyle sıralanabilir:

1. Çözüm süreci destekleniyor ancak daha şeffaf yürütülmesi isteniyor.

2. PKK’la pazarlık yapılıyor görüntüsü toplumdan onay almıyor.

3. Çözüm süreci Başkanlık sisteminin parçası olarak görülüyor.

4. Herkes çözümden yana ancak Ankara ile Akdeniz’in çözüm algısı arasında fark var.

5. Erdoğan’a oy verenler dahi süreci tam olarak bilmiyor ancak Başbakana güveniyorlar.

6. Abdullah Öcalan’ın serbest kalacağı propagandası ciddi tepki yaratıyor.

7. Kürtlerin kaygıları ile Türklerin kaygıları ayrışmış vaziyette.

8. Barışa güçlü bir destek var ve artık analar ağlamasın deniliyor.

9. Akdeniz bölgesinde yer yer Kürt sorunu değil, Türk sorunu olduğu görülüyor.

10. Çözüm süreci ve sürecin somut getirileri tam olarak bilinmiyor.

Sonuç ve Genel Değerlendirme

Ne söylenirse söylensin, ne yapılırsa yapılsın süreç hakkında ikna olmayan bir kitle var. Hükümet adım attığında Türklere dönüp ‘taviz veriliyor’ eleştirisi yapılıyor. Süreç yavaşladığında örgüte dönüp ‘amaç çözüm değil seni oyalama’ diyor. Her hal ve şartta endişeli ve karamsar bir kitle. Bir yıldır şehit haberinin gelmemesi dahi onu mutlu etmiyor. Örgütün ‘eylemsizlik kararı alması’ onda karşılık bulmuyor. Otuz yıldır ‘düşük yoğunluklu savaşta’ dile getirmediği kaygıları, çözüm sürecinde söylüyor. Yüzyıllık sorun, yüz günde çözülsün istiyor.

Sürecin zorluğu aktörler tarafından her defasında ifade ediliyor. Bugünkü noktaya daha önceki müzakere arayışlarının sonunda gelindi. Devlet on defa müzakere/görüşme meselesini gündemine aldı. Konu Bakanlar kurulunda, MGK’da konuşuldu, tartışıldı. Özal’la başlayan ‘arayış’, Çiller, Erbakan, Yılmaz, Ecevit, Gül ve Erdoğan’la sürdü. Bu konuda söylenmedik söz, yazılmadık cümle kalmadı. Çözüm süreci Başbakan Erdoğan ve Öcalan üzerinden yürüyor. Bu isimlerden biri ‘süreç bitti’ demedikçe yavaş da olsa müzakerler devam edecektir.

Müzakere denklemindeki aktörlere bakıldığında ise şöyle bir tablo ortaya çıkıyor. PKK, başından itibaren farklı bir okuma yapıp, sürece ihtiyatla yaklaşıyor. Kandil, politik konjonktürün yanında olduğunu düşünüyor. Özellikle Suriye ve Rojava konusu kafaları karıştırmış vaziyette. Süreç onlar için Öcalan’a sadakat ve bağlılık testine dönüşmüş durumda. PKK, pazarlık masasında güçlü kalmak için silahı hemen bırakmak istemiyor. Ancak, 21 Mart’taki Öcalan’ın çağrısına da bağlılığını sürdürüyor.

BDP bu siyasi denklem içinde PKK-Öcalan ve Devlet arasında bir denge sağlama arayışında. Zaman zaman PKK’ya yakın duruyor, kimi zaman Öcalan’a. Üzerindeki baskı azaltılıp, hür iradesiyle hareket edebilse daha büyük bir destek bulabilecek. BDP, örgütün etkisinden çıkmakla, nüfuzundan faydalanmak arasında duruyor. Pragmatik biçimde kimi zaman PKK’nın dediklerini dinliyor, kimi zaman Öcalan’ı.

Süreçte kilit rol Abdullah Öcalan’da. Son dokuz ayda yaşananlar BDP ve PKK’nın sadakat testinden geçtiğini gösterdi. Böylece Öcalan devlet karşısında özgül ağırlığını pekiştirirken, tabandaki gücünü konsolide etti. Öcalan Kandilin maksimalist talepleri karşısında devlet nezdinde görece makulu temsil ediyor. Onun için önemli olan atılacak adımlar kadar hükümetin samimiyeti ve niyeti de önem taşıyor. Öcalan’la devlet arasındaki güven ilişkisi sürdürülebilirse sorunlar daha kolay çözülebilir

Öcalan’ın özgül ağırlığı zaman içinde adım adım arttırıldı. DTP, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldığında PKK ve DTP ‘sinei millete dönmek’ istedi. Öcalan ‘Hayır, mecliste kalın’ uyarısını yaptı ve vekiller mecliste kaldı. Açlık grevi sürecinde PKK ve BDP ‘grevi sürdürme kararı’ aldı Öcalan ‘sonlandırın’ talimatını verdi. Açlık grevleri son buldu. Bunları hatırlatmaktaki amaç sürecin PKK veya BDP üzerinden okumak kadar Öcalan üzerinden okunmasını gerektiğidir.

Başbakan Erdoğan süreci olumlu sonlandırabilirse ikinci Atatürk olup, heykeli dikilecek. Olumsuz sonlanması durumunda ise neler olabileceğini kimse kestiremiyor. Erdoğan, süreçte yol haritasını erken ilan etmek istemiyor. Bunu yapması durumunda BDP ve toplum karşısındaki avantajını kaybedeceğini düşünüyor. Burada asıl sorun hükmetin yapacaklarından çok bunların zamanlamasından kaynaklanıyor. Hükümetin takvimi ile BDP ve PKK’nın takvimi arasında farklılılar bulunuyor. Bu aşamada hükümetin toplumsal algıyı yönetmesi, atacağı adımlardan daha önemli bir hal alıyor. Seçimlerin yaklaşması, süreçte zamanı daraltan bir etki yaratıyor. Bugün atılacak bazı sembolik adımlar güveni artırıp, süreci garanti altına alabilir.

Son tahlilde İmralı çözüm süreci, Başbakan Erdoğan ve Abdullah Öcalan üzerinden yürüyen bir süreç. Yol haritası ilan edilmese de ana stratejide ortaklaşmanın sağlandığı anlaşılıyor[12]. İki ismin olumsuz açıklaması olmadığı takdirde sürecin durmadığı veya bitmediği sonucu ortaya çıkıyor. Bu bağlamda yüzyıllık sorundan bin yıllık yeni ittifaka evrilmek doğal olarak zor ve zaman alıcı oluyor.

Ne Yapmalı?

  1. Hükümet problemi ciddiye almalı ve süreç daha şeffaf yürütülmelidir.
  2. Sürece dair yeni bir iletişim stratejisi yapılmalı. İnsani ögeler öne çıkarılmalı.
  3. Çözüm politik rekabete kurban verilmeden, partilerüstü bir konu olarak ele alınmalıdır.
  4. Devlete ve örgüte söz söyleyebilecek, üçüncü taraf niteliğinde yeni bir heyet kurulmalı.
  5. Süreç topluma daha fazla anlatılmalı, kısa filmler/öyküler hazırlanmalı, konserler verilmeli.
  6. Sürece dair bir takvim oluşturulmalı ve kamuoyuna deklare edilmeli.
  7. TMK ve TCK konusunda kalıcı iyileştirmeler yapılmalı...
  8. Dağdan inme konusunda çalışmalar yapılmalıdır.
  9. BDP daha fazla siyaset yapmaya teşvik edilmeli ve daha fazla politik alan açılmalı.
  10. BDP ve Hükümet inatlaşma ve sert söylemleri terk etmelidir.
  11. PKK bölgede halkı-askeri-polisi geren, tahrik eden ‘eylem/etkinlik/davranıştan’ vazgeçmelidir.
  12. Muhatap Öcalan ve müzakereler onun üzerinden yürüyorsa süreçte eli güçlendirilmelidir.
  13. Ortak vatan vurgusu etrafında duygudaşlığı ve kaderdaşlığı öne çıkaran pozitif bir söylem benimsenmelidir.

[1] Hüseyin Yayman, Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası, Doğan Kitap, 2011, s. 19

[2] Günay Aslan ‘TC’nin PKK ile Görüşmeleri’, Taraf, 10 Temmuz 2010; M.A.Güller, Hükümet PKK Görüşmeleri, Kaynak yayınları, 2011.

[3] Cengiz Çandar, Mezopotamya Ekspresi, İletişim Yayınları, 2012, s.133

[4] Yalçın Küçük, Kürt Bahçesinde Sözleşi, Başak Yayınları, 1993, s. 221

[5] Öcalan Ateşkes ilan etti, Hürriyet Gazetesi, 18 Mart 1993

[6] A. Osman Ölmez, DEP Depremi, Doruk Yayınları, 1995, s.230-231

[7] İsmet İmset, PKK, TDN yayınları, 1993, s. 364.

[8] AK Parti Programı 2002, s.28

[9] AK Parti Programı 2002, s. 30

[10] Ruşen Çakır, ‘RP’den AKP’ye Kürt Sorunu’, Vatan Gazetesi, 27 Aralık 2007

[11] Yalçın Akdoğan, ‘Amaç, Nihai Çözüm’, Star Gazetesi, 4 Ocak, 2013

--

* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *

10th INTERNATIONAL CONFERENCE ON

"THE EUROPEAN UNION, TURKEY AND THE KURDS"

Turkey, the Kurds and the Imrali Peace Process:

An Historic Opportunity

Brussels, European Parliament, 4th & 5th of December 2013

* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *

[12] Hasan Cemal, ‘Çözüm süreci şimdilik olumlu seyrediyor’, Milliyet Gazetesi, 26 Şubat 2013